pink flört

Bir gün babam beni yanına çağırdı. “Gel bakalım” dedi. “Gazetelerin neyden yapıldığını biliyor musun?”

“Haberlerden”

“Elbette. Ama ben gazete kağıdını soruyorum.”

“Ağaçlardan, baba”

“Çok güzel. Bir insanın yaşamı boyunca harcadığı kağıtlar toplamda kaç ağaç ediyor biliyro musun?”

Elbette bilmiyordum. Kahrolası bir yaştaydım: 12

“7 ağaç oğlum, 7 ağaç. Sen yedi ağaç diktin mi peki? Dünyaya olacak borcunu şimdiden peşin ödedin mi?”

“Hayır”

“Öyleyse şimdilik ağaç dikmeyi unutalım. Ama büyüyünce dikeceksin tamam mı?”

“Tamam”

“Söz ver”

“Erkek sözü.”

“Aferin. Gel bakalım. Bisikletine atla ve şu eski gazeteleri eski kitapçıya götür. Karşılığında sana istediğin bir kitabı verecek”

Dediği gibi yaptım. Bisikletime atladım ve 3 tomar eski gazeteyi eski kitapçını önüne yığdım. Eski kitapçılar, bütün gün bir sürü kitabın içinde oturan, devamlı pipo içen insanlardır. Eski kitapçı harikulade bir sevecenlikle bana getirdiğim eski gazeteler karşılığında verebileceği kitapların bulunduğu rafı gösterdi. Ben ‘İnsan Bedeni’ isimde bir kitaba doğru uzandım.

“Bunu alabilir miyim?”

“Evet, elbette dostum.” Piposunun dumanı her an birini öldürecek gibi bembeyaz çöküyordu her yere.

“Tırnakların nasıl uzadığını merak ediyorum da”

“Sanırım o burada yazmaz”

“Öyle mi? Peki siz biliyor musunuz?”

“Bildiğim tek şey ucundan değil, dibinden uzadıkları.”

“Gerçekten mi?”

“Evet”

“Bu muhteşem bişey”

“Hala o kitabı almak istiyor musun?”

“Evet” dedim. “Peki ya saçlar… Saçlar da mı dipten uzuyor?”

********

En yakın arkadaşımın çocuklarla bu kadar iyi anlaştığını bilmiyordum. Bir bahar akşam üstüydü. Ben henüz kız arkadaşımla işi ilerletmemiştim. O dönemleri bilirsiniz işte. Flört dönemleri… Pink Flört… Üçümüz, yani ben, en yakın arkadaşım ve müstakbel kız arkadaşım (bu andan itibaren ‘kız arkadaşım’ olarak bahsedilecek) St. Leonards’ın önünden geçiyorduk. Size St. Leonards’dan bahsettiğime neredeyse eminim. Kısaca hatırlatmak gerekirse, St. Leonard’s, bir şarkıdan esinlenip mahalledeki ilkokulun bahçesine taktığımız isimdi. St. Leonards’ın kapısının önünde bağdaş kurup oturmuş olan 7-8 yaşlarında ikisi erkek bir kız çocuğundan kız olanı ayaklanıp “abii, abii” diyerek yanımıza koştu.

“Hey n’aber ufaklık” diyerek öptü onu en yakın arkadaşım.

Omuzlarını kaldırdı. “iyiyim”

“Ben de iyiyim. Burada oturmuş ne yapıyorsunuz bakalım?”

Omuzlarını kaldırdı. “Şey… ben de onu diycektim. Yarın bizim okulun bahçesinde gösteri var. Onun provasını yapıyoruz.”

“Öyle mi? Ne gösterisiymiş bakalım?”

Omuzlarını kaldırdı. “Folkör”

“Folkör ha? İlginç bir şey olmalı”

Üç kez başını salladı. “Hayır hiç de değil, Bildiğin folkör. Ama ben folkör oynamıycam”

“Ne yapacaksın peki?”

“Trafik lambası olucam”

“Trafik lambası mı? Bak bu daha ilginç”

Kız sanki bitirme tezinin sunumundaymış gibi heyecanla anlatmaya başladı.

“Kafama kartondan trafik lambası takıcam. Babam yaptı. Lambaları yanıyo. Örtmenim açıp kapayacak. Kırmızı yanınca 

Ben ışıklardan kırmızı
Beni gördün mü kes hızı
Durmazsan sen eğer
Polis amca keser çezanızı

Sarı yanınca da,

Ben ışıklardan sarı
Beni gördün mü hazırlanmalı
Bekleyelim yeşil yansın
Hemen kornaya basmamalı

Yeşil olunca da,

Ben ışıklardan yeşil
En iyi sürücü sen seçil
Geçmek için beni bekle
Beni bir işaret bil

diycem ve bitecek

Alkışladık. “Çok güzel. Demek prova yapıyordunuz. Peki arkadaşlarının rolü ne?”

Omzunu kaldırdı. “Onlar araba.”

“Yarın mı gösteriniz?

Gözleri ışıldadı. Böyle bir ışıltı görmemişsinizdir. “Evet. Gelecek misin?”

“Hmm. Gelmeyi çok isterdim. Ama yarın akşam kız arkadaşımla takılmak zorundayım.”

Dudağını büktü. “Gelseydin ne olurdu sanki” dedi. Belli ki ikisi birbirini çok seviyordu.

“Ama kız arkadaşımı tanıyorsun. Cadının tekidir. Bu arada söylemeyi unuttum, kaç günden beri nerelerdesin sen Allah aşkına? Geçen gün ona büyü yapmıştık ya, süpürgesi bozulsun diye. Büyü tutmuş. Süpürgesi bozulmuş. Uçamıyormuş.”

Kikirdedi. Sanki biri onu gıdıklıyordu. “Yaşasın işe yarayacağını biliyordum!”

“Bir an bile şüphe etmemiştim” dedi bizimki. “Ama süpürgesi de bozulunca onu benim gezdirmem gerekti. Ama ne yapacağım biliyor musun? Bir yolunu bulup en azından sadece senin bölümünü izlemeye geleceğim.” Daha sonra bizi gösterdi. “Bu abi ile bu abla benim yakın arkadaşlarım. Sen, senden önce çıkanları söyle onlara. Sen bir öncekiler çıkınca beni arasınlar. Ben de olduğum yerden bir ok gibi fırlayıp senin piyesine yetişeyim. Nasıl fikir?”

“Tamam” dedi kız, omuzlarını kaldırarak. Omuzlarını o kadar narin kaldırıyordu ki her konuşmaya başlamasında. Bir şeylerden bezmiş insanları, anne yada babasını taklit ediyordu işte. Yine de bu harikulade jestleri ve mimikleri kendi kafamda ayyuka çıkardığım için nefret bile etmiştim bir an kendimden. Kızdan önce zeybekler çıkıyormuş, onu da öğrendik.

*******

Ertesi akşam, size kelime oyunu gibi gelebilir ama St. Leonard’s ana baba günüydü. Tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Sandalye kalmadığı için voleybol direğine yaslandık. Biraz da çiğdem aldık (Bizim burada çiğdem derler ona)

“Biliyor musun” dedi kız arkadaşım. “Benim babam hiçbir gösterime gelmedi Bu yüzden büyük bir travma geçirmiyorum ama geçirebilirdim de. Belki de geçirmem gerek. Çünkü kahrolası gösteriş meraklılarının yaptığı tek şey bu. Ama yine de bir çocukluk travması geçirmeyeceğimden nasıl emin olabildi ki? Ben pembe bir çiçekken, çocukça kafiyeli şiirler okurken, Kafkas halk oyunu oynarken bir kez olsun izlemedi. Bazen düşünüyorum, bu yüzden ona sinirlenmeyi iyiden iyiye düşünüyorum.”

“Sen de mi Kafkas oynadın? Kızların Kafkas oynarken pek çaba sarfettiğini düşünmüyorum. Kafkas’ta tüm yük erkektedir. Kızlar sadece el çırpar. Baban seni aptal kıyafetler içinde şapşalca el çırparken izlemediği için üzülmek bir tarafa, sevinmelisin.”

“Sorunu biliyorum. Babasına kızacak bir şey bulamayan insanların yapay travması bunlar”

“Kesinlikle. Babam benim de hiçbir gösterime katılmadı. Mezuniyetlerime bile gelmedi. Sırf bu yüzden kahrolası bir seri katil olacak değilim. Babam bir keresinde eski gazete paralarıyla beden kendime bir kitap almamı istedi. 12 yaşındaydım ve tırnakların nasıl uzadığını merak ediyordum. İnsan Bedeni diye bir kitap aldım eski kitapçıdan. Eski kitapçı tırnakların nasıl uzadığını o kitapta bulunmayabileceğini ama çok da oğrenmek istiyorsam ucundan değil dibinden uzadığını söyledi. Bu mükemmel bir bilgiydi. Ben yine de kitabı aldım. Eve gidip babama gösterdim. Babamın huyudur. Kitabın son sayfasını okur. Son sayfayı okudu. “Sana kitabı bitirince bir soru sorucam” dedi. Kitap vücut sistemlerini anlatıyordu. Dolaşım, sinir sistemi filan. Son sayfasında şöyle bir soru vardı: ‘Bu karmaşık sistemlerin bir arada ahenk içinde yürümesini sağlayan nedir?’ diye.” 

“Ne sağlıyormuş?”

“Bana göre lenf sistemiydi. Babam bana sorduğunda bu cevabı verdim. Ama o Tanrı’nın hala gökyüzünde olduğunu sandığından gökyüzünü gösterdi ve gülümsüyordu. Babamı bilirisin. Asla dünyanın en dindar insanı olmamıştır. Ama kafama gerçekten bir Tanrı kavramını sokan kişi babamdır. Çoğu baba bunu yapmıyor. Çocukları Tanrı’yla korkutuyorlar. Sen Tanrı’dan korkmuyorsun, çocuğun neden korksun?”

“Lenf sistemi mi? Yani bir nevi Lenf Sistemi’ni Tanrı zannettin ha?”

“Bir manada evet. Ama düşünsene bi, o güne kadar lenf sistemi diye bir şey duymamışsın. Çok da önemli işlevleri varmış. Bir an zihnimde canlandırabileceğim en muhteşem şeyin Lenf sistemi olduğunu düşündüm. İroniye bak ki, bir iki hafta önce caminin imamı lenf kanseri diye bir hastalıktan ölmüştü.” 

Kız arkadaşım omzumu dürttü. “Bak, bak. Zeybekler çıktı. Ara şunu da gelsin.”

Küçücük çocuklar nasıl da külhandı, nasıl da geriniyorlardı. Haydi vre efeler. Aheste…. Bizimkini bir dakika arayla üç kere aradım. Açmıyordu.

Küçük kız sahne almıştı bile. Gösterisini yaptı ve bitirdi. Bizimkini hemen sahne arkasında kızın kafasındaki lambalardan çıkan kabloların öbür ucunda gördük sonra. Lambaları o yakıp söndürmüştü. Kız bunu fark edince koşarak yanına gitti, lambasını kafasında tek eliyle tutarak. Boynuna sarıldı. Bizimkinin mikrofondan sesi geliyordu. “Aferin benim tatlı trafik lambama.” 

**********
Kız arkadaşım ve ben ise geçirmiş olmamız gereken travmaları neden geçirmedik diye kara kara düşünüyorduk. Çünkü herkes birileri izlesin diye oynar, birileri okusun diye yazar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder