Challenger

Çocukken sizin de mahallenizde bir moloz dolu bir arsa olsaydı, siz de AK47’ler yapardınız. Tüfek gövdesine benzeyen bir tahta parçası, kabzaya benzeyen tahta parçası, şarjöre benzeyen bir tahtası birbirlerine alelade çakılır. Böyle yapılır AK47.


Çocukken AK47’ler yapardınız, eğer çocukken kızlardan nefret ediyor olsaydınız. İki avucuna aldığın, taşıyabileceğinden ağır –ama yine de taşıdığın- bir kaya ile çakmaya çalışırdınız çiviyi. Ama çiviyi öyle nalburdan çalmaca yok. Başka kalaslardan sökerdiniz çiviyi, parmaklarınızla kanırta kanırta. Parmaklarım hala çok acıyor, sökmekten. İyice çakılmış şeyleri sökmeye çalışmaktan.


Bunun yanında kılıç da yapabilirdiniz. O çok daha kolaydır.


Yaptığımız silahlarla oyun oynamazdık ama. Yani masum da olsa zarar verebilen su tabancaları filan varken bu çok anlamsız olurdu. Hayali olarak karşındakine zarar vermiş gibi yapmak bir çocuk için bile eğlenceli değil. Vurdum seni! Çocuk olmayın.


Ya da olun. Sorun şu: Zarar görmek istiyorsanız gerçek şeylerle uğraşmalısınız. Ben, mahalleden arkadaşımla hemen bir tabela hazırladım. Çok basit şekilde isimlerimizin ilk hecelerinden oluşan bir şirket ismi koyduk. Beğenmedik. Kırdık o tahta tabelayı. Küçük tabancalar yaptık. Neden beğenmedik? Bir kere ikimizin adı da sesli harfle başlıyordu. Sonra 1986 yılında havada eriyen 7 insanın hatırasına Challenger koyduk ismini. Fakat yine de o insanların neden öldüğü hakkında hiçbir fikrimiz yoktu.


Daha önce çok az insanın gittiği bir yere gitmek üzere yola çıkıyorsun. Daha ivme bile kazanamadan, ne olduğunu anlamadan patlıyorsun, parça parça gerisin geriye geldiğin yere dönüyorsun. Hayal kırıklığı diye buna derim ben. İtiraf etmeliyim, aslında Challenger ismi kulağımıza çok hoş geliyordu. (Hala gelir) Okul dergisinde okumuştuk. Yazmakta zorlandık önce. Arkadaşımın evine gittik hemen. Ablası yazıverdi piyanist elleriyle. İlk müşterisi o oldu dükkanın. Koleksiyonumuzun en değerli parçası olan, yapmak için tam 6 dakika harcadığımız AK47’yi satın aldı. Kek verdi yerine.


“Bu tüfekle kimseyi vurmayacağına söz ver”
“Söz”
“Ama kimseyi.”
“Kimseyi”
“Sevgilini bile”
“Sevgilimi bile”
“Seni çok kızdırsa da”
“Beni umursamasa bile”
“Pekala, önce kekleri görelim”


Daha sonra topları arabanın altına kaçan çocuklara dünyanın en uzun AK47’si olma ünvanını hala elinde bulunduran bir tüfek sattık. Karşılık olarak bizi takımlarına aldılar. Kalede çok iyiydim. Sonlara doğru dömivole vurdum bir tane. Arsaya gitti.


Akşama doğru dükkanımız olan kaldırımda oturup zanaatımızla meşgul olurken ciyak sesleriyle irkildik. Sokağın hemen karşısında elektrik kablosuna tutunarak çırpınmakta olan yaklaşık 5 yaşındaki çocuğu gördük. İki saniye sonra bizim kılıçlarımızdan rastgele bir tanesine acele ile yapışan babasını fark ettik. Sokağın karşısına neredeyse bir adımla geçti tekrar. Çocuğun eline vuruyordu. Koluna vurdu. Çocuk savruldu. 2 metre öteye düştü.
Bizim kılıçlarımızla kimse kimseye vuramazdı. Anlaşılan bu kimse için önemli değildi. Tüm mahalleli çocuğun başına toplanmıştı. Baba ağlıyordu. Herkes bir şeyler söylüyordu. Kimsenin aklına o kabloya tutunup çocuğun neler yaşadığını öğrenmek gelmemişti. Ben hariç.


----


Ama sadece aklıma gelmişti. Yapmadım çünkü bir kere bu düpedüz kıskançlık olurdu. Ayrıca toplam ilginin yarısını toplayabilecektim. Çok çok daha önemlisi hep meraklı bir aptalın teki olarak hatırlanacaktım. Yine de o gün bir başkasının tam olarak ne hissettiğini öğrenmeye korktum. Buna olanağım da vardı. Tek yapmam gereken kıçımı olduğu yerden nazikçe kaldırıp, sokağın karşısındaki kablonun ucunu sıkıca tutmaktı. Şansım varsa akım ense kökümden değil de kalça kemiğimden aşağıya doğru gitmeyi seçerdi. Ama şu çocuk gibi de olabilirdim. Hala ara ara ellerimi ve bacaklarımı seğirterek can çekişiyor olabilirdim. Ve insanlar kafamı yana doğru çevirip kanın boğazıma değil de yere akmasını sağlamadıkları için aynı anda boğuluyor da olabilirdim. Acayip sesler çıkararak ne hissettiğimi anlatmaya çalışabilirdim.


“Tanrı’m. Çok kızgınım. Henüz parmakla gösterebildiğimden çok emin değilim ama daha 4 buçuk yaşındayım. Tek yaptığım şu çok eğlenceli görünen kabloya dokunmaktı. Kabloları rengarenk yapmamalılar. Tanrı’m, ben herkese çok kızgınım. Neden böyle oldu? Neden şu abi orada öylece durmuş kabloya bakıyor. Allah’ın cezası kabloya dokunayım deme. Ah Tanrı’m. Sadece kafamı hissediyorum. Kafamı yana yatırın, kanımda boğuluyorum. Annem nerede? Babam burada ama annem nerede? Anne kimse o kabloya dokunmasın. Baksanıza beni ne hale soktu. Sanırım dondurmalara elveda. Tanrı’m son düşündüğüm şey bir dondurma. Bu çok saçma ve insani.”


Sonra Tanrı onu yanına aldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder