“Hey baksana. Bu koku kimin? Umarım senin değildir.”
“Eski kız arkadaşımın? Burada kalmış. ”
“Bunlar artık üretimden kalktı. Bir ara kullanmıştım”
“İstersen senin olabilir.”
“Senin için tuhaf olmaz mı?”
“Niye canım? Boş versene. Al senin olsun”
“Sağ ol. Gerçekten kaliteli bişey bu”
Bunları yazmak için sabunun erimesini bekledim.
Çocukluklarını yaşayamayan şişkolar veya üşengeçler bilmeyecektir o hissi. Ben 10 yaşımdan beri düzenli aralıklarla ağaçlara çıkıyorum. Zeytin favorim fakat çitlembik de fena değildir. Kara dut ağacına karşı harikulade bir zaafım var. Armut genellikle zorludur.
Zeytinin favorim olmasının nedeni oturup ayaklarımı sallamama imkan veren dallara sahip olması. İnişi de kolaydır. Bu yüzden ağaçlardan müthiş korkan Ceyda’yı kandırabildim. “Bak çıkışa bak. Çok kolay” dedim. “Şimdi de inişe bak, sanki kafamı kaşıyorum. Çok kolay bak.”
“Ya düşersem?”
“Saçmalama.” Sadece saçmalama diyebildim. Sorun şu ki, ağaçtan düşmemeyi garanti edemiyorsunuz. Sırf siz değil; kimse garanti edemiyor. Kimse o sorumluluğun altına girmiyor. Ama her halde düşmezsiniz. Büyük ihtimalle…
“Pekala” dedi. “Yardım et.”
O anda karar vermem gerekiyordu işte. Yukarı çıkıp kendime mi çekeyim? Yoksa aşağıda kalıp onu yukarı mı ittireyim? Eğer onu yukarı ittirirsem bunu onun kalçasından tutarak yapmak zorunda kalacaktım. Ve aramızdaki garip tansiyondan ve daha önce anlattığım bir sürü şeyden ötürü bunu yapmak istiyordum.
“Hey” dedim büyük bir dik burunlulukla, “Ben bu işin erbabı sayılırım. Çoğu insan arkasından itildi mi daha kolay çıkılacağını düşünür. Büyük yanlış. Ben çıkıp seni kendime çekeceğim. Bana güven.”
“Güveniyorum. Ayrıca, hadi tamam ellerin neyse de, eğer iyi ittiremezsen ortalarda bir yerde kalıyorsun; sonra da bu arkadan ittirme işine omuzlar ve hatta ense karışıyor. İşte orası hoşuma gitmezdi.”
Bu yüzden önce ben çıktım. İnce bileklerini tuttum ve onu kendime doğru çektim. O da tırmandı zor da olsa. Cep telefonunu düşürdü. Ama bir daha inmeye lüzum görmedik. İnince alırdık.
Zeytin ağaçlarına çıktıktan sonra dallarında istediğiniz gibi dolaşabilirsiniz. Sağlam ve neredeyse dümdüzdür. Ceyda kendine bir dal seçti. Oraya oturdu. Artık korkmuyordu. Ayaklarını bile sallandırır oldu. Ben de ona yakın bir dalda uzandım. Birkaç dakika sonra ağaçta ne kadar daha duracağımızı sordu.
“İşin güzelliği de burada” dedim, “istediğimiz kadar kalabiliriz.”
“Bunu kastetmediğimi biliyorsun”
“Sıkıldın mı?” diye kalktım o daldan.
“Pek değil” dedi, ufak bir kekliği izlerken. “Ama yine de…”
Cümlesini tamamlayamadan ben aşağı düşmüştüm.
****
Tanıdık bir ses uyandırdı beni, yerden kaldırdı. İngiltere’ye giderken uçağı düşen ve feci şekilde ölen en yakın arkadaşımdan başkası değildi bu.
“Hey, sonunda geldin. Seni bekliyorduk.” dedi. İşte bu kötü haberdi. Ölmüştüm. Yüzümün aldığı halden korktuğumu anlamış olacaktı ki güldü. “Hahaha. Korkma. Ölmedin. Şaka yaptım. Sadece biraz uykuya daldın. Bir süre daha uyanmayacağa benziyorsun. Bu yüzden, yani Tanrı seni sevdiği için, uyurken sıkılmayasın diye küçük bir tur yapacağız. Hem de sen ve ben.”
“Ceyda nerede?” diye sordum biraz atınca şaşkınlığı.
“Korkma, o iyi Şu anda ağaçtan inemiyor. Baksana, unutmadan, şunu imzalaman lazım.”
“Bu nedir, Tanrı aşkına?”
“Hadi, imzala”
“Ciddiyim, bu ne?”
“Yaklaşık 200 sayfa olduğuna bakma. Politik mizah kitapları gibi kalındır ama hep aynı boktan bahseder.”
“Niye imzalıyorum peki?”
“Bu rüyadan uyandıktan sonra hissedeceklerinden Tanrı’yı sorumlu tutmadığına dair bir ifade. Bilirsin işte, sorumluluk kabul etmiyor. Baştan sona okumak istemezsin. Bitinceye kadar zaten uyanmış olursun.”
“Yine de göz atmak istiyorum.”
“Boş ver, hep aynı şeyler.”
“Nasıl aynı şeyler?”
“Aynı şeyler”
“Neyle aynı şeyler?”
“Diğerleriyle aynı şeyler. Baksana sen kafayı mı sıyırdın?”
“Sadece neye imza atacağım hakkında ufak bir fikre sahip olmak istiyorum”
“Her ruh kendinden sorumludur. Beyniniz 2 ile 2’i çarpmaya değil, hayal kurmaya yarar. Hayallerinizden, kararlarınızdan sorumlusunuz. Falan filan. Nasıl olsa atacaksın.”
“Atmayacağım”
“Pekala al öyleyse. Bölüm 14’ü aç. Hayal Dünyasına İstemsiz Giren İki Ayağı Üzerine Kalkmış Canlıların Belgeye İmza Atmaması, Hatta Bunda Ayak Diremesi, Hiç İkna Olmayacakmış Gibi Davranması Halinde Olacaklara Dair Bölüm, Madde 14, Dipnot. Ne diyor?”
“Hmmm.. İmza atarsanız gerçekten kendiniz için iyi bir şey yapmış olursunuz. Lütfen bana güvenin, diyor.”
“İkna oldun mu?.”
“Pekala. Ama bunu fazla zamanımızın kalmadığını söylediğin için yapıyorum. Korktuğum için değil”
“Eminim. Eminim öyledir”
Burası sorumluluk dışında bir mekandı. Dilediğinizi öldürebilir. İsterseniz bebeklerinizin suratına esrar dumanı üfleyerek onların ağlamasını kesebilirdiniz. Veya bir kızın duygularıyla oynayabilir, hemen akabinde en yakın arkadaşıyla flört edebilirdiniz. Burada sorumluluk yoktu.
Eminim. Eminim. Öyledir. Uçsuz bucaksız çayırda yürürken, ona öbür dünyanın onu daha da ukala ve çekilmez yaptığını söyledim. İnkar edemeyeceğini söyledi. Tanrı’ya inanmamasına rağmen nasıl oluyor da burada çok rahat olduğunu sorunca da şöyle dedi:
“Şu masallardaki aykırı ama dürüst kahramanların korkunç padişah karşısındaki tavrını hatırlarsın. Dürüst, dik başlı ve nüktedan. Bu yüzden söyledikleri padişahın hoşuna gider ve seni affeder padişah. Hatta bir kese altın vererek seni mükafatlandırır. Durum tam olarak bu. Tek yapman gereken O’nu gördüğünde hiç şaşırmamış gibi yapmak.”
“Baksana, nereye gidiyoruz?” diye sordum bir süre yürüdükten sonra.
“Sabun ülkesine. Karşı kıyıda.”
Ortada deniz filan yoktu ama garip bir şekilde bir karşı kıyı vardı tam karşıda. İskeleye geldik. Deniz yoktu ama vapurlar ve iskele vardı. Martılar bile vardı. Balıklar vardı. Vapura bindik. Üst güverteye çıktık. Üst güvertede bir kız vardı. Bir sıra boş bırakarak tam karşısına oturduk. Kız çok güzeldi. Hadi yalan söylemeyeceğim; sevdiğim kıza benziyordu. Yüzü değil belki ama tavırları. Dudaklarını iki yana yayışı filan. Sigara içişi. Fena özlemiştim.
Tam kızın ilgisini çekmişken bir adam geldi ve tam aramıza oturdu. Artık onu göremiyordum. En yakın arkadaşım güldü.
“Haha.. şimdi tüm yolculuk boyunca o kız yerine bu kel kafayı seyredeceksin.”
“Hiç de değil” deyip yana kaydım. Adamın sırtını dayadığı yer çıkıntı yaptı. Adam da yine geldi, görüntüyü kesecek şekilde yana kaydı. Az sağa seğirttim. Gazetesini açtı. Kız biraz sola kaydı. Adam tek kolunu kaldırıp ensesine koydu. Mümkünü yok göremiyordum kızı. En yakın arkadaşım kıs kıs gülüyordu.
“Bu ne şimdi. Bu adam dalga mı geçiyor benimle?” diye sordum.
“Seninle ilgisi yok. Sadece görevini yapıyor. İşte cehennem böyle bir şey. O keltoş da bir zebani. Hem de en acımasızlardan. Şu gazeteyi tutuşa bak. Sen yoksa şu ateşlere, katran kazanlarına filan inanmış mıydın mı? Yapma.”
“Cehennem bu mu?”
“Kesinlikle bu. Güzel bir şey gösterip, sonra bir daha göstermemek.”
Güzel bir şey gösterip, bir daha göstermeme deyince insanın aklına daha güzel, daha şirin, daha aşık olunası, sevişircesine sigara içen, daha harikulade mükemmel güzellikte bir zebani geliyor. İster istemez.
Vapurdaki kızın yüzünü bir daha göremeden indik vapurdan. İçimde hep bir ukde olarak kaldı o da. Peki neden demonstrasyon bir cehennemdeydik?
“Paraların üstünü saymadan aldığın için” dedi. “Şu ana kadar aldığın yanlış para üstlerinin toplamı 10 sterlin’e eşit. Bu büyük bir miktar dostum. Bir toplu iğne çalsan bile cehenneme gidiyorsun.” (O tarafta herkes istediği para birimini kullanabiliyordu.)
“Ama ben o paraları çalmadım. Birisi bana fazla para üstü verdiği için mi gidiyorum cehenneme.”
“Üzgünüm. Saymalısın”
“Ama biliyorsun, sayamıyorum.”
“Biliyorum dostum. Rakamları birbirine karıştırdığını biliyorum. Ama paralar bu yüzden farklı renklerdeler. Seni gidi saat soruldu mu yanlış saat söyleyerek insanı paniğe iten adam seni.”
“Para sayamıyorum, saat okuyamıyorum. Kahrolası telefon numara mı bile söyleyemiyorum. Bu benim suçum değil.”
“Üzgünüm dostum. Kural bu.”
“Kahretsin.”
“Hadi gülümse biraz. Şaka yapıyorum. Cehenneme gidiyor olmanın nedeni bambaşka. Neden diye sorma. Ben de bilmiyorum”
Vapurun ismi Kaptan Disleksi’ydi. İnince gördüm. Ve Sabun Ülkesine ayak bastık.
“Sakın şaşırma” dedi arkadaşım. “Burada seni çok seviyorlar.”
“Beni mi? Neden?”
“Tuvalette verdiğin şu karardan ötürü.”
“Tuvalette bir sürü karar veriyorum ben. Hangisi?”
Cevap veremeden, önümüze kırmızı bir halı serildi. Halk toplandı. Konfetiler atıldı. Bando çalmaya başladı. Kalabalığın içinden, kırmızı halıdan yürüdük. Derken o ülkenin hükümdarı Kraliçe beni, arkadaşımı ve arkamızdaki görünmez kişiyi selamladı.
“Selam. Gerçek dünyalı. Bizler dost ve müttefik bir ülkenin insanlarıyız. Sizin hayal aleminizde yaşıyoruz. Sizi gerçekten çok seviyoruz. Bunun nedeni tuvalette verdiğiniz şu olağanüstü karar”
“Ne kararı, Tanrı aşkına? Hangi karar? Bir daha sucuklu yumurta yememem konusundaki kararımdan bahsediyorsanız, onda ciddi değildim. Hatta daha sonra yedim bile”
“O değil”
“Tanrı’m bu saçmalık. Geri dönmek istiyorum.”
“Sıkıldın mı?” dedi arkadaşım. İmzalı taahhütnameyi gösterdi. “Bölüm 22: Müthiş Derecede Korkup Geri Dönmek İsteyen Fakat Utandığından Korktuğunu Dile Getirmeyerek Delirmiş ve Sıkılmış Numarasıyla Çamura Yatan İki Bacaklıların Bunun Kendi İsteğine Bağlı Olmadığını Kabul Etmesi.”
“Tamam”
“Biliyor musunuz?” dedi Kraliçe yemekte, “Milli marşımızın sözleri size ait, bestesi bir Kanadalı’ya” İşte o an hatırladım şu kararımı. Hatta bir şiir bile yazmıştım. Gerçi beni umursamayan bir kıza -belki tanırısınız- yazmıştım o şiiri. Çok sevmişler anlaşılan, sonra o şiiri alıp milli marş yapmışlar ülkelerine. Bir kahramanlığı anlatıyor. Cesurca bir kararı anlatıyor bu şiir.
“Sana annemin sabunlara yaptığı şeyi yapacağım.
Annem, eski sabunları yenisinin üstüne yapıştırır.
Eskisi yenisinin üstüne erir.
Yenisine kokusunu bırakır
Erir, tenden seyrelir.
Kararım bu.”
******
Uyandığımda Ceyda tepemde duruyordu. Tepemde derken gerçekten tepemde duruyordu. Ağaçtan inememişti. Kimse de yoktu yardıma gelecek. Cep telefonunu düşürmüştü çıkarken. Bunca zaman tepemde beni izliyordu. Neyse ki ara sıra sayıklamışım da ölmediğimi anlamış. Yer yer kahkaha atmışım ama suratımın asıldığı anlar da olmuş. Acı çektiğim anlar.
Hala yerdeyken çok eğleniyor göründüğümden bahseder. Eğlenmiyordum. Eğleniyormuş gibi yapıyordum. Bölüm 56’da yazıyordu. Eğleniyor gibi yaparsanız, kendiniz için çok iyi bir şey yapmış olursunuz.
Ve evet, gördüğüm rüyadan sonra hissettiklerimden Tanrı’yı sorumlu tutmadım. Bu her seferinde kolaya kaçmak oluyor biraz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder